Arama Sonuçları
"" için 18 öge bulundu
- THROUGH THE EYES OF FORMER REFUGEES: NEW REFUGEES (A Sociological Study)
Ongoing wars, famines, and economic reasons have led to a significant increase in the number of migrants worldwide in recent years. Turkey is a country that receives migration from many nations due to its geographical location connecting Europe and the Middle East. As a result of these migrations, our country has experienced demographic, cultural, and economic changes, causing transformations in the coexistence, social relationships, and perceptions of both the native population and immigrants from different countries. Although Turkey has received migration in the past, as seen in the example of Afghan refugees, the issue of migration began to take an important place on Turkey's agenda with Syrian asylum seekers. The aim of this project is to investigate the perspectives of Afghan refugees who migrated to Turkey in 1982 due to occupation and internal war, towards Syrian asylum seekers who arrived in our country in 2011 due to the Arab Spring, under the subheadings of "social relationships, cultural/religious unity, and social life" from a sociological perspective. Additionally, we aim to examine whether the age differences among voluntary Afghan participants have an impact on their perspectives and whether it shows variation. Our study employs a mixed-methods approach, combining qualitative and quantitative methods. While literature review studies investigating the perspectives of Turkish citizens towards Syrian asylum seekers have been found, no studies related to our specific subject have been encountered. The distinctiveness of our study lies in focusing on the perspective of former refugees towards new asylum seekers. Within the scope of the project, fieldwork was conducted, and semi-structured interviews were conducted with 80 Afghan refugees residing in Ovakent Neighbourhood in our city. A 16-question survey prepared by us was also administered. Upon analysing the data obtained from the study, it is observed that Afghan refugees have a positive perspective towards Syrian asylum seekers, and cultural/religious unity positively influences their perspectives. According to the responses obtained from the semi-structured interviews, it is seen that participants in the middle-aged and older groups have a more positive view compared to younger participants.
- 'Immanuel Kant' Hayatı
Eski Prusya dinsel takviminde 22 Nisan tarihi Emanuel’e denk geldiği için, Johann Georg Kant ve Anna Regina Kant’ın dördüncü çocukları olarak 1724 yılında,Königsberg’te dünyaya gelen filozof, Emanuel adıyla vaftiz edilir.Yıllar sonra üniversiteye başladığında yetkilinin adını Emanuel Kandt olarak kaydetmesine karşın adının Emanuel değil, Immanuel olduğuna hükmeden ve bu konuda ciddi bir hassasiyet taşıyan da Kant’ın kendisidir. Adının Kitab-ı Mukaddes’te geçtiği biçimiyle, yani İbranice telaffuzuna uygun olarak yazılması konusunda ısrar etmesinin yanı sıra, Kant adıyla açıkça gurur duyar,yaşlılığında bile adından ne kadar hoşnut olduğunu anlatmaktan vazgeçmez.Babası George Kant bir saraçtır; çok sevdiği ve yaşamında ne kadar önemli rol oynadığını sürekli vurguladığı annesi, Anna Regina Kant, ise Königsberg’li bir başka saraç ustasının kızıdır. Emanuel dördüncü çocuktur ama, kendisi dünyaya geldiğinde yaşayan tek kardeşi, ondan beş yaş büyük olan ablasıdır, diğerleri çok küçük yaşta hayatlarını kaybetmiştir. Annesinin Emanuel’in de erken yaşta öleceğine ilişkin korkuları vardır, oğlu için bu yüzden bu kadar anlamlı bir ad seçer.Anne ve babasının Kant'ın üzerine bu kadar titremelerinin de sebebi budur... Kant da zaten yaşamı boyunca hastalık hastası olmuş, sağlına sürekli dikkat etmiştir."Sereserpe soluk alıp veremezdi ,çelimsizdi sinirleri. Baskıdan yeni çıkmış bir gazete ya da kitap görmesin, taze mürekkep kokusundan ötürü, hapşırmadan aksırmadan kurtulamaz, başına ağrı gelirdi. Azıcık ağzı açık yürüse nezle olurdu. Sokakta kimseyle konuşmazdı onun için.”(Nermi Uygur,Güneşle İçinde,"Kant") Kant yaşamı boyunca annesi ve babası ile ilgili tek kötü söz söylemez. Bir tür saygı besler içinde babasının 1746’daki ölümünden sonra Kant aile defterine şunları yazar:Mart'ın 24’ünde sevgili babam huzurlu bir ölümle aramızdan ayrıldı…Yaşamı boyunca ona çok güzel gün göstermeyen Tanrı, ebedi neşeye onu da ortak etsin.” Annesi söz konusu olduğundaysa Kant yukarıda bahsettiğim o duygusal bağı gösterir niteliğinde:“Annemi asla unutmayacağım, çünkü iyiliğin tohumlarını yüreğime serpen ve yeşerten odur; kalbimi doğanın güzelliklerine açmış, yeni şeyler düşünmemi ve düşündüklerimi geliştirmemi sağlamıştır; onun yaşam düsturu bütün yaşamım boyunca asla kaybolmayan bir etki bırakmıştır üzerimde." demiştir (Annesi 1740’da, babasından erken ölür, bu ölüm sırasında aile artık gerçekten yoksuldur.) Kardeşlerine gelecek olursak;Kant’ın kardeşleriyle pek arası olmadığını söyleyebiliriz.Yaşamının sonlarında,kız kardeşi Katharina ona bakmaya başladığında,"ne kadar basit insanlarla uğraşmak zorunda kaldığından" şikayet eder.Kendisi Collegium Fridercianum’da okurken dünyaya gelen erkek kardeşi Johann Heinrich’in mektuplarına çoğunlukla yanıt vermez örneğin. Ama tabii ki onlara karşı olan *ödevlerini* yerine getirmekten de asla kaçmaz.Kısaca Kant’ın genel olarak ailesinden pek hoşnut olmadığını ama sorumluluk sahibi bir insan olarak ailevi görevlerinden de ödün vermediğini söyleyebiliriz.Kant ebeveyninin ona “ahlaki açıdan tam da gerektiği gibi bir eğitim " verdiğini söylemekten geri kalmaz,Kant pedogoji derslerinde fiziksel ve ahlaki eğitimi birbirinden ayırır ve ikincisi için hiçbir yasağın,tehdidin,cezanın ya da örneklemin işe yaramayacağını çünkü ahlaki eylemlerin kökeninin maksimlerinde olduğunu söyler.(Kuehn,'Kant') Diğer taraftan,Kant’ın ailesi oldukça dindar bir ailedir.Özellikle annesinin Protestan Alman kiliseleri bünyesinde ortaya çıkan dinsel bir hareket olan Pietizme bağlılığı çok ciddidir.Yüzeysel olarak Pietist hareketin, dönemin Protestan ortodoksluğunun aşırı biçimci tavırlarına bir tepki olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Kant’ın Pietizm gibi sofu bir harekete bile, yeri gelince içten bir saygıyla yaklaştığı ortada (hatta ilerki yıllarda ki bazı kuram ve görüşlerini küçük yaştaki anne taleplerine bağlar) Kant’ı laikleştirme konusunda bazen biraz ileri gittiğimiz de bir gerçektir. Ayrıca Kant’ın bir “aydınlanmacı” olup olmadığı bile, bütünüyle, “aydınlanma için geçerli kılınan ölçütlere bağlıdır."Öte yandan, Kant’ın, erken dönem biyografilerinde söylenenlerin aksine, Hıristiyanlığın kendisinden pek hazzetmediği yaşamı boyunca bir tür panteizmi savunduğu ama özellikle üniversite yıllarında,okuldan kovulma korkusuyla,bunu dile getiremediği bilinmektedir.Kant Pietistleri yer yer övse de ilerki yıllarda dahi Collegium Fridericianum da geçirdiği öğrencilik yıllarını öfke ve nefretle anacaktır: "Birçok insan gençlik yıllarının yaşamın en güzel yılları olduğunu düşünür, ama büyük olasılıkla yanlıştır bu. Gerçekte en zor yıllardır gençlik yılları, çünkü kişi öyle bir disipline tabidir ki, çok az arkadaşı olur, özgür olduğu zamanlar daha da azdır" Kant'ın bu yorumunun nedeni haftada altı gün okulda kalması böyle bir disiplin içerisinde olsa olsa yüksek memur,papazlığa hazırlanmasıdır herhalde.Kant'ın 1746’da tamamlanıp ancak 1749’da yayımlanan ilk yapıtı Kräfte’nin en azından, Kant’ın Collegium Fridericianum’da mustarip olduğundan şikayet ettiği baskıdan kurtulmasının, özgürlüğe kavuşmasının simgesi olduğu söylenebilir.1748’de üniversiteyi bitirdiğinde Kant, özgürlüğüne kavuşmuş, entelektüel gelişimini büyük ölçüde sağlamış, bu arada babasını kaybetmiş, ciddi bir parasal sıkıntı içinde belirsiz bir gelecekle yüz yüze kalmış durumdadır.Aynı yıl malikanelerde özel dersler vermeye,Hofmeister'lik yapmaya başlar.Kant bu dönemde,kendi deyişiyle "yol,yordam" öğrenir,burjuva yaşamının inceliklerine hakim olur.Ayrıca Borowski Kant’ın geç dönem yapıtlarının taslaklarını bu dönemde oluşturduğunu söyler.Kant karnını doyurmak için epey ders vermek zorunda kalır. Derslere başladığı ilk yarıyıl (kış 1755-56) mantık, metafizik, matematik ve fizik öğretir. 1756 yazında bunlara coğrafya da eklenir ve böylece Kant’ın ders yükü haftada 24 saate çıkar.Kant'ın rutinlerine tamamıyla bağlı, sıkıcı bir yaşam sürmesinin aksine (ileri yaşlarında böyle bir yaşam sürdüğü doğru olsa da)*Kant'ın ödevlerimiz arasında saydığı şeylerden biri de “çevremizdekiler üzerinde itici ya da kötü bir izlenim bırakmamak"tır* Kant, felsefenin, gerçekleştirdiğimiz salt yaşamsal fonksiyonları aşan şeylerle ilgili olduğunu söyler ve beğensek de beğenmesek de, bütün Kant felsefesinin asıl amacı insanı özerk ahlaki faile dönüştürmektir ki aşağıdaki satırlar bunu doğrular niteliktedir : İki şey, üzerlerine sık sık eğilip ısrarla düşünülürse, insanın ruhsal yapısını hep yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç bir saygıyla dolduruyor:üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlak yasası. Her ikisini, karanlıklarla gizlenmiş ya da benim ufkumun ötesinde aşkın alanda imişlercesine aramama ve tahmin etmeme gerek yok; onları önümde görüyorum ve doğrudan doğruya benim kendi varoluşumun bilincine bağlıyorum... Yaşamının sonlarında tartışma heyecanını yitirmediği görülen Kant'ın bilindik sıkıcı portresi,büyük olasılıkla son yıllarında sürdüğü yaşamdan ileri gelir. Kuehn, Kant’ın yaşamının son döneminin rutinlere çok daha bağlı olduğunu, yaşlı filozofun, arkadaşları birer birer ölürken kendisini toplumsal yaşamdan iyice soyutladığını söylüyor. -Beyler, ölümden korkmuyorum; vakti gelince ölmesini de bilirim. Tanrı şahidim olsun ki, öleceğimi hissettiğim gece yine avuç açacak ve Tanrı’ya övgüler olsun diyeceğim. Ama arkamdan bir iblis yanaşır da, kulağıma, “İnsanları mutsuz ettin” derse, o zaman işler değişir _Epistemolojik yaklaşımı:_ Kant yargıları temelde 4'e ayırır: Analitik posteriori/Analitik priori/Sentetik posteriori/Sentetik priori #Analitik yargılar, yüklemi öznesinde bir şekilde veya zimmen içerilen ve özne konumunda bulunan terimin çözümlenmesiyle elde edilen yargılardır. Yani Kant'ın tabiriyle 'açıklayıcı yargılardır.Sözgelimi "güller çiçeklerdir"önermesi gibi #Sentetik yargılarda ise yüklem öznede içerilmez. Örneğin "Bazı güller beyazdır" gibi. Kant'ın tabiriyle 'bilgimizi arttırıcı yargılardır' (Ahmet Cevizci) https://youtu.be/Z5DN2ISoM0ghttps://youtu.be/8bIys6JoEDw https://youtu.be/nsgAsw4XGvU https://youtu.be/XK2x43Q9GGQ https://youtu.be/LeKlTQ28_CA
- ORTA ÇAĞ'IN EN YETENEKLİ BATILI MATEMATİKÇİSİ VE SAYILARI
Leonardo 1170 yılında (Kesin doğum tarihi bilinmemektedir.) İtalya'nın Pisa şehrinde doğdu. Babası İtalyan bir tüccar ve gümrük memuru olan Guglielmo'dur. Takma adı Bonaccio idi ve bu ad, iyi tabiatlı veya sade ruhlu anlamına gelmekteydi. Annesi Alessandra, Leonardo 9 yaşındayken öldü. Leonardo babasının takma adını miras olarak aldı. İtalyanca Filius Bonacci, Bonacci'nin oğlu anlamına gelmekteydi ve Leonardo bu nedenle Fibonacci diye anılmaya başlandı. Fibonacci, babası tüccar olduğundan ülke ülke dolaştı ve böylece Hint-Arap rakamlarını öğrendi (0,1,2,3...). Bir de bunları öğretecekti tabii ki. Hem de o zamanın yöntemiyle çok kolay bir metotla. Liber abacide adlı eserle küçük bir abacide yani abaküsle. Bu öğretim amacından şaşmadı zira eser rakamların konumsal gösterimi, ticari defter tutma, ağırlık ve ölçüleri dönüştürme, faiz hesaplama, para değiştirme, irrasyonel sayılar, asal sayılar, sayı sistemi ve en önemlisi tavşanlar gibi konulara değiniyor. Tavşanlar mı? İyi gidiyorduk? Ne oldu birden? Evet, tavşanlar. Fibonacci burada kapalı ortamdaki bir tavşan çiftinden başlayan tavşan ailesinin üremesinden bahsediyor. Fikre göre her tavşan 1 ayda 1 yavru meydana getirir. Buna göre ise çift, bire birken 2, bire bire ikiyken 3, bire bire ikiye üçken 5 olur. Sonuç olarak şimdi tartışacağımız ünlü "Fibonacci sayı dizisi" oluşur. Aslında, 5. yüzyılda bile Hintli matematikçiler bu diziden haberdardı. Fakat Fibonacci bunu Avrupa'ya duyuracaktı. Gerçekten de duyurduğunda ise bu durum Avrupa'daki bilimsel gelişmelere geniş bir kapı aralığı bırakacaktı. Dizi şu kuralla bulunmakta olup şöyledir: n (girdi) ve F (dizi çıktısı) doğal sayılar olmak üzere; n=0 ise F=0 n=1 ise F=1 F>1 olduğu tüm durumlarda F= n-1+n-2 olur. Böylece dizi 0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34... şeklinde olur. ( Tavşan problemini böyle çözse de Fibonacci altın orandan bihaberdi. Liber abacide'de bundan hiç bahsetmemişti. Dizinin ileri elemanlarında, bir sonraki elemanın bir öncekine oranı altın oran adı verilen ve yaklaşık 1,618 (1:0,618) değerine eşit bir sayıyı verir. Altın oran matematikte genellikle φ harfi ile gösterilir. Tabiattaki canlılarda uzuvların oranı altın oran adı verilen 1.618... sayısına uygunluk gösterir. Altın orana uygun ölçülerdeki nesnelerin ve canlıların daha estetik olduğu ve güzel göründüğünü söylerler. Ayçiçeğinin ve papatyanın merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru taneler sayıldığında çıkan sayılar Fibonacci dizisinin ardışık terimleridir (İsteyen deneyebilir veya aşağıdaki videoya tıklayabilir.) Peki, bu altın oranı nasıl kanıtlayabiliriz? Bölme işlemiyle elbette. Mesela oran küçükten büyüğe doğru şöyle yaklaşıyor: 1/0=Tanımsız 1/1=1 2/1=2 3/2=1,5 5/3=1,6666666666666666666666666666667 8/5=1,6 13/8=1,625 21/13=1,6153846153846153846153846153846 34/21=1,6190476190476190476190476190476 diye devam ediyor. Fark ettiyseniz sayı gitgide orana daha fazla yaklaşıyor. Sonunda görüyorsunuz ki bununda bir oranı ortaya çıktı. Hayattaki her şeyin bir düzen içinde olması gibi. Umarım tavşanlarla aranızı iyi tutuyorsunuzdur çünkü insanların aksine deyim yerindeyse onlar "ne kokar ne bulaşır." Daha detaylı bilgi için aşağıya kaynakçayı bıraktım. Oradan yararlanabilirsiniz. Hepinize sağlıklı ve mutlu günler dilerim. Görüşmek dileğiyle. KAYNAKÇA:https://tr.wikipedia.org/wiki/Altın_oran https://tr.wikipedia.org/wiki/Fibonacci_dizisi https://en.wikipedia.org/wiki/Liber_Abaci https://en.wikipedia.org/wiki/Fibonacci AYÇİÇEĞİ KONUSUNA İNANMAYANLAR VE HIZLI BİLGİCİLER İÇİN: https://youtu.be/z9d1mxgZ0ag https://www.treehugger.com/nature-blows-my-mind-hypnotic-patterns-sunflowers-4859272#:~:text=Sunflowers%20are%20more%20than%20just,of%20the%20previous%20two%20numbers. http://www.baskent.edu.tr/~tkaracay/etudio/agora/zv/2008/fibonacci3.htm
- "ZERO POWER ZERO"
Acaba sitemize adını veren bu gizemli formül nedir? Ya da matematik dallarında niye ayrı ayrı farklı değerler bulunuyor? Eğer sonucu 0 ise belirsiz değil ama x⁰=1 kuralına uymaz, 1 ise yine belirsiz değil ama 0ⁿ=0 kuralına uymaz. Ya hiçbiriyse? Ya da ikisiyse? Aslında cevap göreceli. Cebir ve kombinatorikte(sonlu soyut nesnelerle ilgilenen bilim dalı) 1 kabul edilir. Diğer yandan ortaokul matematik öğretmeninize bu soruyu sorarsanız size "belirsiz" diyecektir. Evet, belirsiz olduğunda şüphe yok fakat nasıl oluyor da böyle basit bir formülün genel kabülü yok? Gelin bunu hep birlikte görelim: Öncelikle; 0³=0, 0²=0, 0¹=0 değil midir? Muhtemelen bunu üslü sayılar görmemiş ilkokul çocuğuna bile sorsanız cevabını yapıştıracaktır. Fakat az kişi nedenini söyleyecektir. Nedeni nereden çıktı diye soracak olursanız söyleyeyim: matematik dünyanın en kısa dilidir. Örneğin Ayşe pazardan 2 elma 3 armut aldığında kaç meyve aldığı tartışılmadan 5'tir. Keza 6 TL'yi 3 torununa eşit olarak paylaştırmak isteyen dedenin her bir torununa kaç TL vereceğinin de 2 olduğunu söylemem elzem bile değil. Lakin dikkat ettiniz mi? Bu nispeten kolay soruları cevaplarken bir kolaylıkla karşılaştınız mı hiç? İşte o kolaylık bize 4 işlem olarak öğretilmişti ve hepsi birbirinin evrimleşmiş haliydi. Bölme işlemi çıkarmanın, çarpma işlemi toplamanın kısaltmasıydı aslında. İyi de ya üslüler ve kök alma? Onlar da sırasıyla çarpmanın ve bölmenin kısa yoluydu. Yani problemimize geri dönücek olursak 0³ü 0*0*0 diye açabiliriz. Aynı şekilde 0² ve 0¹i de. Öyleyse 0⁰ ne oluyor? Sonuç her zaman 0 çıkmalıydı değil mi? Bu sefer geriye dönelim. Terminolojiye göre formül bizim 0'ı 0 kez çarpımını, dolayısıyla 0 kere 0 kere 0'ın toplamını istediğimizi söylüyor. Biraz garip olmuş olabilir ama gerçekler -maalesef- acıdır. Madalyonun diğer yüzünde ise 3⁰=1, 2⁰=1, 1⁰=1 ifadeleri var. yani bu ise bize "0 haricinde" herhangi bir doğal sayının 0. kuvvetinin her zaman 1 olacağını vurgulamakta. Bu vurguyu anlamak için "Bir doğal sayıyı 0 ile çarpmak ne demektir? sorusuna yanıt bulmalıyız. Herkes 0'ın herhangi bir sayıyla çarpımının yine 0 olduğunu bilir elbet. Ama hani çarpma işlemi toplamadan evrimleştiğini kabul etmiştik, niye bir sayıdan 0 kere alınca 0 ediyor? Mantıksız bir soru değil, fakat çürütülebilir de. Örneğin içinde 50 tane muz bulunan bir meyve sepetinizin olduğunu varsayın. Siz buradan 0 tane muz alırsanız kaç muza sahip olursunuz? 0. Sonuç her nasıl yapılırsa yapılsın 0 çıkar. Pekâlâ, o vakit bir doğal sayıyı 0 kere 0 kere toplamak (yani 0 kere çarpmak) nasıl oluyor da 1 oluyor? Hatırlayın, sayma sayıları 1 ile başlar. Sonuç olarak her sayıyı biz "1 kere" sayarız. Böylelikle ise sonuç her zaman 1 çıkar. Halbuki daha demin 0 değil miydi? 1 de nereden çıktı şimdi? Nasıl oluyor da cebirciler ve kombinatorikçiler 1 alırken, temel matematikçiler belirsiz diye ifade ederken, çoğu lisans öğrencisi tarafından 0 kabullenirken en fazla 5 dakikada okunabilecek ucuz ve çelimsiz bir makalede herkesin anlayabileceği biçimde sonuç hem 0 hem 1 hem de belirsiz olabiliyor? Bakın, bu sözde "ispatlarım" bir şeyi açıkladığı falan yok, sadece her şeyi daha da karmaşıklaştırıyor. Yalnızca biri büyük biri küçük -iki ekmek- 0'lar silsilesi neler neler yarattı. Ama sonuç çok basit ama garip bir hal de alabilirdi. Örneğin size hiç 0−¹ veya (-1)⁰ gibi negatif kuvvet ya da tabanların da işe karıştığını ifade etmedim. Araştırmamız sadece doğal sayılar üzerineydi. Zaten 1/0 tanımsız olarak kabul edilir yani sonucu bulunmaya çalışılmaz. Fakat kuvvetler zamanla logaritmik bir grafik oluşturduğunda,, bir örüntü yapıldığında ya da geometrik ve modüler matematik kullanıldığında genellikle 1/0 ve 0⁰ın kesin bir tanımı olduğu "varsayılır". Mesela geçen paragrafta dediğim gibi bir yandaki matematikçiler bunu 1 olarak "alır". Diğer yandan 0*0*0=0³, 0*0=0², 0=0¹ dizisine uymadığından 1 kabul edilmeyip sonuç çıkmaz. Öbür taraftan da 0 bir hiçliktir zaten. O sebeple cevap 0'dır bazıları için. İşte o yüzden sonuç görecelidir diyebiliriz. Zira belirsiz ibaresi birazcık "belirsiz" kalıyor. Bunu dememin temel sebebi 0.00..1'dir. Çünkü 0.1'ler kuvvet ve taban olarak kullanıldığında cevabın "ya 0'a ya da 1'e yakın" bir değer çıkması. Oysaki matematikte onca denklem, formül ve sayının "bir" değeri vardır. Burada ise 2. Yine de bence kanıtlanmasa bile bu sorunun çözümlenmesi ve herkes tarafından kabul görülen "bir" değerinin olması gerekir. Yoksa matematiği "bence" denilen fikir otokrasisi kelimesine bıraksalar işler bir hayli sarpa sarardı doğrusu. İsteyenler sözümona ispatlara aşağıda verdiğim ders içeriği veya video bağlantılarına (bu arada daha detaylı bilgileri görün diye yabancı dilden yararlandım ama çevirmemenizi eğer dili biliyorsanız doğrudan dinlemenizi ve okumanızı öneririm) tıklayabilir. Umarım benim aksine düzgün bir cevaba ulaşırsınız. Hepinize sağlıklı günler dilerim. KAYNAKÇA VE BAĞLANTILAR:https://www.quora.com/What-is-0⁰ https://youtu.be/r0_mi8ngNnM https://en.wikipedia.org/wiki/Zero_to_the_power_of_zero https://youtu.be/IBoFJheRLi8 https://youtu.be/0BPHDQlVSe0
- FERMAT'IN SON TEOREMİ GERÇEKTEN TANITLANDI MI?
Fransız bir matematikçinin 17. yüzyılda eski bir zamanda attığı teoremin 1994 gibi absürt bir tarihte tanıtlanması elbette ki herkesi şaşkına çevirecektir. Ama bu matematikçi Fermat gibi biriyse kabul etmek ne kelime herkes "kanıtlardı". İşte Pierre de Fermat'ın öyküsü: Pierre de Fermat (1607-1665), 1607'de Fransa'nın Beaumont-de-Lomagne kentinde dünyaya geldi. Babası Dominique Fermat'ın zengin bir deri tüccarı ve kentin dört konsolosluğundan biri olarak mesleğini sürdürüyordu. Annesi Claire de Long, bir erkek ve iki kız kardeşiyle beraberdi. 16 yaşından itibaren Orleans Üniversitesine girdi ve medeni hukuk alanında lisans derecesi aldı. Ardından Bordeaux'a taşınarak orada ilk ciddi matematiksel araştırmalarını yaptı. Ve elbette başta François Viète olmak üzere bazı matematikçilerden etkilendi. Hatta bazılarında Apollonius'un De Locis Planis'ini ve minimumlarla maksimumlar üzerine yaprığı çalışmaları verdi. 1630'da Fransa'daki Yüksek Adliye Mahkemelerinden biri olan Parlement de Toulouse'da bir meclis üyesi ofisini satın aldı ve Mayıs 1631'de Büyük Meclis tarafından yemin etti. Hayatının geri kalanında bu görevi sürdürdü. Böylece Fermat, adını Pierre Fermat'tan Pierre de Fermat'a değiştirme hakkına sahip oldu. 1 Haziran 1631'de Fermat, annesi Claire de Fermat'nın dördüncü kuzeni Louise de Long ile evlendi (Evet, biraz garip fakat her kör alıcının bir kör satıcısı vardır derler). Ailenin sekiz çocuğu vardı ve bunlardan beşi yetişkinliğe kadar hayatta kaldı: Clément-Samuel, Jean, Claire, Catherine ve Louise. Fransızca, Latince, Oksitanca (Güney Fransa, kuzeybatı İtalya ve kuzeydoğu İspanya'da konuşulan, yapı olarak Fransızca ve Katalanca'ya benzeyen bir dil.), klasik Yunanca, İtalyanca ve İspanyolca'yı akıcı olarak kullanan Fermat, birkaç dilde yazdığı şiirleriyle övüldü ve Yunanca metinlerin düzeltilmesi konusunda tavsiyesi hevesle karşılandı. Çalışmalarının çoğunu mektuplarla arkadaşlarına iletti, çoğu zaman teoremlerinin çok az kanıtı veya hiç kanıtı yoktur. Arkadaşlarına yazdığı bu mektupların bazılarında, Newton veya Leibniz'den önce kalkülüsün temel fikirlerinin çoğunu araştırdı. Fermat, matematiği bir meslekten çok bir hobi haline getiren eğitimli bir avukattı (Burası önemlidir zira o zamanlar ve sonraları insanlar matematik "dilini" ilahlaştırıp onu kendisini yüksek mertebeye koymak aracılığıyla kullanacaktı) . Yine de analitik geometri, olasılık, sayılar teorisi ve kalkülüse önemli katkılarda bulunmuştur. O zamanlar Avrupa matematik çevrelerinde gizlilik yaygındı. Bu doğal olarak Descartes ve Wallis gibi çağdaşlarla öncelikli anlaşmazlıklara yol açmıştı. Peki, böyle aydın ve iyi bir adamın 357 yıllık bir dönem boyunca tanıtlanamayan bir teorem atması mümkün müydü? Bu soruyu cevaplamak için ilk önce teoreme bir göz gezdirelim: Teorem kısacası eğer n ikiden büyük bir tam sayıysa ve x,y,z sayıları pozitif tam sayılar ise x^n+y^n=z^n ifadesinin sağlanamayacağını söyler. Tabi sizler buna "E, bu çocuk oyuncağı!" diyebilirsiniz lakin iş sanıldığı kadar ortaokul bilgisi gerektirmiyor. Çünkü zaten bu hali hazırda bir teoremi hatırlatıyor: Pisagor teoremi. O ise n yerine 2 yazarak dik bir üçgenin hipotenüsünü bulmak için tasarlanmıştı. Teoremimizin tarihçesi ise tersini söylemekte. Bu teoremin tanıtlanması için yüzlerce matematikçi düşündü, çözümledi ve temele indirgedi. Ancak bir şeyi herkes ister ama bir kişi alır. İngiliz matematikçi Andrew Willes o bir kişi için biçilmiş kaftan gibiydi. Ve bir gün o büyük gün geldi ve kendisi teoremi tanıtladığını "iddia etti." Sonuç mu? Hatalı çıktı. Willes uzun, yorucu ve bir o kadar gergin zamanların ardından tekrar denedi. Evet, bu sefer tutturdu. Ayrıca bu tanıtlama Sayılar Teorisi'nin gelişmiş tekniklerini kullanarak ve Şimura-Taniyama Konjektörü'nün de doğruluğu ispatlanmış oldu. Bu nasıl oldu da bu kadar uğraştırdı? Fermat aslında kendisinin teoremi kanıtladığını ancak sayfada yeterli alan yok diye yazamadığını da belirtmişti oysaki. Mizahı (Bu arada ben buna mizah diyorum çünkü Fermat'ın gerçekten de teoremi tanıtlayıp tanıtlamadığı bilinmiyor.) bir kenara bırakırsak hakikatten böyle bir teoremin kuşkusuz matematik tarihinde büyük çalkantıları olmuştur. Bütün büyük matematikçilerin çözemediği bu problemin çözümü nasıl olabilir? Öncelikle, n=1 olduğunda denklemin çözümü sonsuz bir doğru olur. n=2 olduğunda ise Pisagor'u zaten örnek göstermiştik. Peki ya n>2 olduğunda? Annals of Mathematics dergisinde 109 sayfa olarak yayınlanan bundan sonraki çözüm için şüphesiz ileri seviye matematik gerekir. Kişisel olarak ben inceledim ve şu sonuca vardım: hiçbir şey anlamamışım. İsteyen olursa diye aşağıya bağlantı bıraktım, meraklı olanlar inceleyebilirler elbette. Geldik o büyük soruya: Bu kadar çalışmanın, incelemenin, Willes'in 10 yaşında kütüphanede gördüğü teoremi ve 42 yaşında öğrencisinin yardımıyla ispatladığı sayfa dolusu denklemlerin, -kelimenin tam anlamıyla- beyin fırtınasının ve herkesten -dolayısıyla diğer yardımlardan- gizli alınan notların ve eskizlerin ürünü olan tanıtlama doğru muydu? Çoğu matematikçilerce evet. Fakat mantıklı görünen sadece bu da değil. Çünkü ispat önceden söylediğimiz gibi bir hatadan doğdu. Yıllarca yürütülen kan, ter ve gözyaşının yerini dolduran sadece 109 sayfa olması bile ilgi çekici. Fermat gibilerinin tabiri caizse delilerin kuyuya bir daha bu denli büyük bir taş atmamasını rica etmek bence bu 109 sayfadan daha önemli ama neyse diyip geçelim biz. Umarım Fermat ve fantazileri sayımız hepinizin hoşuna gitmiştir. Aşağıda kaynakça da bıraktım isteyenler daha derin araştırma yapabilirler. İyi ve sağlıklı günler dilerim. TANITLAMA: http://scienzamedia.uniroma2.it/~eal/Wiles-Fermat.pdf KAYNAKÇA:https://fr.wikipedia.org/wiki/Pierre_de_Fermat https://bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/fermatnin-son-teoremi-nedir https://medium.com/@khld.163/fermats-last-theorem-d1b2b4ce0c46
- Anti-Tank Köpekleri
2. Dünya Savaşı tüm şiddetiyle devam ederken tarihler 1941 yılını gösterdiğinde, Hitler önderliğindeki Nazi ordusu Sovyetlerin kalesi olarak da bilinen Leningrad'a doğru taarruza geçti. Yıkıcı ve yıpratıcı hücum gücünün ilerlemesine karşı tanklardan alınan hasarı nasıl azaltıcağını düşünen kızıl ordu, çok ilginç ve bir o kadar acımasız bir yol kullanmaya karar kıldı... Anti-Tank Köpekleri!! SSCB, döneminin ünlü psiko(fizyolojisti) İvan Pavlov'a köpekler üzerinde yaptığı klasik koşullanma deneyini yeniden düzenleme emri verdi. Talimata göre Pavlov'un köpekleri tekrar eğitilerek bu sefer zile değil, tanklara koşullanması beklendi... Peki Nasıl: Köpekler uzun süre aç bırakıldı ve yemekleri tankın altına, tekerlerine gizlendi. Bu sayede uzun süre aç bırakılan köpekler yemeklerini tankların altında aramaya koşullandılar ve tabii ki üzerlerinde yüklü bomba ve patlayıcıyla birlikte. Zamanı gelince köpeklerin tasmaları çözüldü ve cephedeki Alman tanklarına doğru koşmaya başladılar; vücutlarına sarılı Patlayıcı düzeneğin metal (çelik) çubuğu tanka temas ettiği an köpekler patlıyordu. Üzerlerine doğru gelen köpekler karşısında şaşıran Nazi subayları aktif bir harekette bulunamadan tank patlıyordu anı bir patlama sesi ardından diğer patlamalar... Ivan Pavlov'un Klasik koşullanması (Tanklara) karşı da başarıyla uygulanmıştı. Köpekler öldürücü birer silah halinine gelmiş ve (Sovyet kaynaklarına göre 300 Alman kaynaklara göre daha az) Alman tankı İmha edilmişti! Buna SSCB'nin çıkarları için bilimi savaşa karanlık hizmet yoluyla kullandığı denebilir. Bunlara karşılık, 1941 yılından itibaren Almanlar Sovyetler'in bu taktiğinden haberdar oldukları için gerekli önlemleri almış ve savaş alanındaki askerlere, gördükleri tüm köpekleri vurmaları emredilmiştir. Pavlov'un Koşullandırma deneyleri ile ilgili bir yazı yazmayı planlıyorum o zamana kadar bu videolar size bir ön fikir verecektir. https://youtu.be/hhqumfpxuzI https://youtu.be/H6LEcM0E0io https://youtu.be/J11D6ZTXuPg https://youtu.be/Ov4EgT85r_I https://youtu.be/cxv_7SbKCqE
- Rett Sendromu Nedir?
Rett Sendromu nörogelişimsel bir hastalıktır. Normal gelişim basamaklarını takiben erken nörolojik regresyon ile tanınır. Rett Sendromu genetik bir hastalık olup sıklıkla nöbetlerin eşlik etmesi ile bilişsel, sözel, ince ve kaba motor becerilerinde gerileme yaşanan hastalıklardan biridir. Ayrıca iletişim kaybı ve otonomik disfonksiyon da görülür. xRett Sendromu yaklaşık olarak tüm toplumlarda benzer sıklıkta görülmekte olup yaklaşık 10.000 ile 15.000 kızda 1'dir. Rett Sendromu neredeyse sadece kızlarda görülmektedir, bozukluk olan erkek fetüsler nadiren doğar. Rett Sendromunun büyük çoğunluğunda metil-CpG-bağlama proteini-2 (MCEP2) geni mutasyonu bulunur ve bu mutasyon hastanın davranışlarını büyük ölçüde etkiler. Rett Sendormuna sahip hastalar genellikle sorunsuz bir gebelik sonucunda zamanında doğar. İlk bulgulardan biri de baş çevresindeki persentilinde düşmedir. Ancak bu bulgu her hastada görülmemesi nedeniyle daha sonra tanı kriterlerinden çıkarılmıştır. Hastalar ilk altı ayda normal bir gelişim sergileyebileceği gibi doğumdan hemen sonra bazı gelişimsel bozukluklar saptanabileceğini düşünen araştırmacılar da bulunmaktadır. Hastalar 12-18 aydan sonra konuşma yetisi ve amaçlı el hareketlerini kaybeder. Rett Sendromunun ilerleyişi dört evrede incelenir; İlk Evre Rett Sendromunda ilk evre 6-18 ay arasında görülür ve belirtileri arasında bebekteki tuhaf hareketler, bebeğin çevreye karşı olan ilgisizliği gösterilebilir. Bu evrede postural gelişim devam etmektedir ancak yavaşlar ve normal bebeklere göre geride kalır. İkinci Evre İkinci evre 1 ile 4 yaş arasında yaşanır ve hastada gece ağlamaları, kişilik bozuklukları, çevreye karşı olan ilginin azalması görülür. Aynı zamanda bu beliritlerin görülmesinden önce ani gelişen ateş ve apati gibi meningoensefaliti andıran bazı bulgular da gözlemlenebilir. Baş çevresi persentilinde düşüş görülür. Üçüncü Evre Üçüncü evre durağan dönemdir. Hasta bu dönemde yürüme yetisi kazandıysa bunu sürdürebilir kazanmadıysa bile yürümeyi öğrenebilir. Amaçlı el hareketlerindeki kayıp belirginleşir ve solunum bozuklukları, diş gıcırdatmak gibi uyku düzensizlikleri gece ağlama ve gülme nöbetleri görülebilir. Dördüncü Evre Dördüncü evre genellikle 10 yaşından sonra görülür. Anlama yetisi iletişim ve el becerilerinde bir azalma olmazken motor kapasitesi azalır. En ileri evrede dahi göz dikme gibi özellikler korunur. Hasta tekerlekli sandalyeye bağımlı hale gelebilir. Belirti ve Semptomlar Rett Sendromunun belirtileri arasında genel anlamda şunlar bulunabilir; Mental retardasyon (Zeka Geriliği) Koordinasyonsuz yürüme Konuşmada bozukluk Epileptik nöbetler İletişim kaybı Motor yetilerinde gerileme Bilişsel kayıp Fiziksel deformiteler Skolyoz Erken Dönemde Anormal postür (Vücudun bazı durumlarda spazm geçirecek kadar aşırı derecede gerilmesi) Ellerin kullanımında zayıflama Oyun oynama becerilerinde yetersizlik İleri Dönemlerde Konuşma bozukluğu Kas tonusunda azalma Ellerde sterotip hareketlerin başlaması Solunum ile ilgili problemler Konstipasyon (Kabızlık) Bağırma atakları gibi semptomlar görülebilir. Hastalıkla İlişkili Genler, Etken Faktörler ve Risk Faktörleri Rett Sendromunda mutasyon Xq28'de uzun koldadır ve MECP2 'yi kodlayan gendedir. Bu mutasyonu 1999'da Amir ve arkadaşları keşfetmiştir.Örnek olarak ele alınan bir vakada hastadan istenilen genetik analizde MECP2 geni 4. ekzonunda p.Pro302Leu mutasyonu heterozigot ( Bir normal bir mutant genin taşınımı durumunda mutasyon "heterezigot", mutant genin her iki alelde birden taşınması durumunda mutasyon "homozigot" olarak ifade edilir.) olarak saptanmıştır. Hastalık X geninde meydana geldiği için genellikle kız çocuklarında görülür ancak çok nadir olsa da erkek çocuklarda da görüldüğü vakalar olmuştur. Teşhis Yöntemleri Rett Sendromunun kesin tanısı günümüzde X kromozomu üzerinde bulunan MECP2 geninin kusurlu olarak gösterilmesiyle konulur. Genetik boyutunun yanı sıra MRG EEG gibi görüntüleme sonuçları da hastalığın teşhisinde yardımcı olur. Atipik Rett Sendromunun tanısı için altı temek kriterden en az üçünün on bir destekleyici kriterden en az beşinin olması gerekir. Bu altı temel kriter; El beceri kaybı Anormal hareketler El stereotipisi İletişim becerilerinde kayıp Baş büyümesinde yavaşlama Konuşma kaybı yer almaktadır. On bir destekleyici kriter ise; Karında şişkinlik Hava yutma Solunumda zorluk çekme Skolyoz veya kifoz Diş gıcırdatma Hipotropik soğuk ve soluk ayaklar Uyku düzensizlikleri Gece çığlık nöbetleri Durdurulamaz kahkaha nöbetleri Ağrı duyarlılığında azalma Yoğun göz teması bulunmaktadır. Tedaviler veya İdare Yöntemleri Rett Sendromunun tedavisi için araştırmalar devam etmektedir ancak günümüzde geçerliliği olan bir gen tedavisi yoktur. Hastalar için yapılan tedavi şu yöntemleri içermektedir; Antipsikotikler SSRI'ler Beta Blokerleri Konuşma terapisi Fizik tedavi Uyku yardımcıları Skolyoz ve uzun QT sendromu gözlenimi Beslenme tedavisi vs. Görülme Sıklığı ve Dağılımı (Epidemiyoloji) Rett Sendromu kadınları çok daha fazla etkilemektedir. Bu da Rett Sendromunu kadınlarda ciddi bilişsel yetmezliğin en yaygın genetik nedenlerden biri haline getirir. 12 yaşın altındaki kızlarda prevelansın 1/9.000, genel popülasyonda prevelansın yaklaşık 1/30.000 olduğu tahmin edilmektedir. Bu konu hakkında yapılan bir araştırmada aralarında Rett Sendromuna sahip hastaların da bulunduğu 25.013 başvurunun %2,7'sinin Rett Sendromuna sahip hastaların oluşturduğu gözlemlenmiştir. Bu hastaların çok büyük bir kısmını da beklendiği üzere kız hastalar oluşturmaktadır. Rett Sendromunun bir varyantı olan Atipik Rett Sendromunun da prevelansının 1/45.000 olduğu tahmin edilmektedir. Hastalığın bu varyantı da genellikle kız çocuklarını etkilemektedir. Etimoloji Hastalık ismini Andreas Rett'den almıştır. 1966 yılında Avustralyalı bir çocuk doktoru olan Andreas Rett bekleme salonunda tuhaf hareketler sergileyen iki kızı gözlemledikten sonra bu sendromu tanımlamıştır. Andreas Rett Rett Sendromu ve Otizm Rett Sendromu belirti ve semptomlar açısından otizm gibi farklı hastalıklara benzediği için teşhisi sırasında zorluklar yaşanabilir. Halk arasında da bu iki hastalık karıştırılmaktadır. Rett Sendromuna sahip hastalar küçüklüklerinde otizm semptomları gösterebilir. Ancak Rett Sendromunda görülen kadınlarda baş büyümesinin yavaşlaması, el becerilerinin kaybı veya solunum problemleri otizmde görülen semptomlardan değildir.
- Soul
Bugün 2020 yılının Aralık ayında çıkan benimse geçen haftalarda izlediğim bir "animasyondan' Soul_Ruh'dan bahsedeceğim. Film Pixar stüdyo yapımı ve Pixar gerçekten de animasyon konusunda oldukça başarılı.. (İnside Out, Toy story,Wall E, Coco... gibi yapımlar Pixarın elinden çıkmıştı...) Tabi, animasyon dediğime aldanmayın içinde her yaşta izleyicinin farklı anlamlar çıkarabileceği alt metinler var. Filmin konusundan 'spolier' vermeden bahsedersek: Ortaokulda müzik hocalığı yapan bir ,ki Jazz müziğinin hastası,piyanist adam bir gün çok ünlü bir müzisyenle çalışma fırsatı yakalıyor ve heyecanla evine giderken kaza geçirip komaya giriyor (ölüp ölmeyeceği belli değil) sonrasında adamın ruhu ve orada tanıştığı (dünyaya gönderilecek olan) bir ruhla yaşadıkları hem eğlenceli bir şekilde hem de üzerine bolca düşünülecek hayat dersleri çıkarılarak güzel bir şekilde anlatılıyor Filmin süresi: 1s.40dk. İmdb puanı: 8/10 Benim puanım: 4,25/5 İsteyenler için Fragmanı:https://youtu.be/jp2zIvFahos yaş skalası geniş olan ,her yaş grubunun farklı anlamlar çıkarabileceği bu filme (ve hala şans vermedikleriniz varsa)Pixar stüdyonun diğer işlerine de bakmanız tavsiyemdir.
- Hititler ve II. Şuppiluliuma
Hititler (M.Ö. 1650- 1200) Hititler ya da Etiler MÖ 1600 yılında, Tunç Çağında İç Anadolu’daki Hatti beyliklerini (M.Ö. 2500-2000/1700 yıllarında Anadolu'da yaşamış bir uygarlık.) ele geçilerek merkezi Hattuşaş (Çorum il merkezinin 82 km güneybatısındaki günümüzdeki adıyla Boğazkale ilçesinde bulunmaktadır.) olarak Anadolu’da kurulmuştur. Kurucusu Labarna’dır. Halk Hititçe ve Luvice (Luvi dili (Luvice) Anadolu’nun yerli halklarından biri olarak kabul edilen Luviler’in dili olup, Anadolu’nun en eski dillerinden biridir.) dillerini konuşurken tabletlerde Sümerce ve Akadça yazılara da rastlanmıştır. Eski Asur medeniyetinden aldıkları çivi yazısı ile Mısır hiyerogliflerine benzeyen Anadolu hiyeroglif yazısını kullanmışlardır. Anadolu Hiyeroglifleri tipolojik olarak Mısır hiyerogliflerine benzese de grafiksel olarak çok ilişkisi yoktur. Hitiler çok Tanrılı dine inanmış ve anal adı verilen yıllıklar tutmuşlardır. Bu yıllıklar ile Hitit Hükümdarları Tanrıya hesap vermiş ve yaşanılan olayları tarafsız bir biçimde Tanrıya anlatmışlardır bu nedenle Hititler tarihte tarafsız yazımın öncüsü sayılır. Tavananna Hititlerde yaşadığı sürece kralın eşi olan kraliçeye verilen Hititçe bir unvandır. Hititler, hükümdarlığını sürdüren mevcut Tavananna'nın sadece ölümünden sonra yerine kralın yeni eşinin Tavananna olarak geçebildiği teokratik bir monarşiyle yönetilmekteydi. Tavananna, Hititçe'de "egemen kraliçe" anlamına gelmektedir. Kraliçelik müessesesi Hattiler’den olduğu gibi alınmıştır. Kraliçenin kral eşi olarak taşıdığı egemen gücünü, kralın ölümünden sonra devam ettirmiştir. Bu özellik tüm Hitit kraliçelerinde olmasa da birkaç hatırı sayılır örnek mevcuttur. Bunlardan III.Hattuşili’nin karısı Puduhepa’nın ayrı bir yeri vardır. Kralla birlikte ülkesini yöentmiş, kralın ölümünden sonra oğlu Tuthalia ile yönetimi devam ettirmiştir. III. Hattuşili döneminde kraliçenin Mısır Firavunu II. Ramses ve onun eşi ile yazıştığını biliyoruz.Kraliçe, kralla birlikte dini törenlere katılırdı. Aile ferdi Hitit prensleri askeri seferlere katılırlar, devlet idaresini öğrenirler, başrahip olarak da atanırlardı. Ayrıca prensler, kraliyet ailesine mensup olanlar birlikte valiliklerde ve yüksek memuriyetlerde de yer almışlardır. Üst düzey ileri gelenler krala sadakat yemini ile bağlıydılar ve verdikleri hizmetlerin karşılığında kendilerine toprak bağışlanmıştır Aynı zamanda Hititler Pankuş adı verilen bir meclis kurmuşlardır, mevcut belgeler Pankuş'un görevlerinin hukuki alanda olduğunu gösterir. Pankuş önemli antlaşmalara ve kraliyet bildirilerine şahitlik etmiş, ayrıca bir yürütme/denetleme kurulu gibi görev alarak bunların yerine getirilmesini sağlamıştır. Kralın bile bu meclisin önüne çıkarılması yükümlülüğü olmakla beraber bunun ve diğer yetkilerin kullanıldığına dair kanıt yoktur. Bu meclis, Hitit kralı I.Hattuşili ve Telepinu zamanında etkisini yitirmiştir. Eski Hitit çağına ait ve kraldan yapması istenenleri açıklayan bir metin dönemin ideal sosyal devlet anlayışı için önemlidir: “Onların eline ekmek ver; hasta olana yardım et, ona ekmek ve su ver. Sıcaktan bunalmışsa onu serine, soğuktan üşümüşse onu sıcağa götür… Aç olana ekmek, (hastaya) merhem, çıplağa giysi ver!” İlk kral I.Hattuşili ve son kral II.Şuppiluliuma ile beraber 25’in üzerinde Hitit kralı hüküm sürmüştür. Hitit tarihi M.Ö. 1650-1450 Eski Krallık ve M.Ö. 1450-1200 Hitit İmparatorluk Devri olmak üzere iki safhada incelenir. Hititler Anadolu’da hakimiyeti kurduktan sonra Suriye’ye seferler yapmışlardır. M.Ö. 1274’ de Mısır’la yaptıkları Kadeş Savaşı sonrası, M.Ö. 1269 yılında tarihteki ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması'nı gerçekleştirmişlerdir. Hitit Devleti'nin kuruluşundan itibaren, sanattaki Mezopotamyalı unsurlar kaybolarak, Anadolu’nun yerli sanatıyla birleşmiştir. Sanatta, boyutları büyümüş anıtsal eserler ortaya çıkmıştır. Mabetler, saraylar, sosyal yapılar, kaya kabartmaları ve orthostatlarla (bina cephelerinde alt sırada yer alan kabartmalı taşlar) önceki sanattan ayrılır. M.Ö.1500’lerden sonra Hitit devlet sisteminde önemli değişiklikler olmuş; kralın yetkileri artmış, mutlak bir güç haline gelmiş ve “panku” kaldırılmıştır. Yakındoğu’da bir güç olan Hitit devleti kendisine bağlı krallıklar ve kendisine eşit ülkelerle antlaşmalar yapmıştır. Dünyanın ilk uluslar arası antlaşması Mısır kralı II.Ramses ile Hitit kralı III. Hattuşili arasında imzalanan “Kadeş Antlaşması” dır. Bu antlaşma iki büyük kral tarafından imzalanmış, altın tabletlere yazılmış, Mısır’da tapınak duvarlarına işlenmiştir. Hititler geniş topraklar üzerinde egemenlik sağlamışlar ve kontrolü yürütmek bazen güç olmuştur. Ele geçirilen toprakların kontrolü önceleri kral ailesi üyelerine verilmiştir. Sonraları Hitit etki alanının genişlemesine bağlı olarak soylu ailelerden gelen kumandanlara ve valilere verilmeye başlanmıştır. Hitit Kralları Eski Krallık Dönemi I. Labranda I. Hattuşili (M.Ö. 1660 – 1630) I. Murşili (M.Ö. 1630 – 1600) I. Hantili (M.Ö. 1600 – 1570) I. Zidanta (M.Ö. 1570- 1560) Ammuna (M.Ö. 1560 – 1540) I. Huzziya (M.Ö. 1540 – 1535) Telepinu (M.Ö. 1535 – 1510) Orta Krallık Dönemi Alluvanna (M.Ö. 1510 – 1500) Tahurvaili ? II. Hantili (M.Ö. 1500 – 1490) II. Zidanta (M.Ö. 1490 – 1480) II. Huzziya (M.Ö. 1480 – 1460) Büyük Krallık Dönemi II. Tuthaliya (M.Ö. 1460 – 1440) I Arnuvanda (M.Ö. 1440 – 1420) II. Hattuşili (M.Ö. 1420 – 1400) III. Tuthaliya (M.Ö. 1400 – 1381) Genç Tuthaliya (M.Ö. 1381 – 1380) I. Şuppiluliuma (M.Ö. 1380 – 1346) II. Arnuvanda (M.Ö. 1346 – 1345) II. Murşili (M.Ö. 1345 – 1315) Muvatalli (M.Ö. 1315 – 1282) III. Murşili (M.Ö. 1282 – 1275) Uhri Teşup III. Hattuşili (M.Ö. 1275 – 1250) IV. Tuthaliya (M.Ö. 1250 – 1220) III. Arnuvanda (M.Ö. 1220 – 1200) II. Şuppiluliuma (M.Ö. 1200 – 1190) Devlet MÖ 14. yüzyıl ortalarında I. Şuppiluliuma yönetimi altında Levant ve Yukarı Mezopotamya'ya değin genişleyerek bir süper güç hâlini almıştır. Hitit Tapınakları Kadeş Antlaşması Hattuşaş (Çorum) II. Şuppiluliuma (MÖ 1207-1178) II. Şuppiluliuma IV. Tuthaliya’nın oğlu ve MÖ 1207-1178 yıllarında hüküm sürdüğü düşünülen Hitit İmparatorluğu’nun Yeni (Büyük) Krallık Dönemi’nin bilinen son kralı ve Asur kralı I. Tukulti-Ninurta’nın çağdaşıdır. Komutası altındaki bir donanma Kıbrıslıları yenilgiye uğratmıştır, bu olay aynı zamanda tarihte kaydedilmiş ilk deniz muharebesidir. Tuthaliya’nın ölümünden sonra tahta veliaht III. Arnuvanda çıkmış, ancak çok kısa bir süre içinde ölmüştür. II. Şuppiluliuma bir dokümanda, bu konuda kendisinin hiçbir günahı olmadığını, ağabeyi hiç varis bırakmadan öldüğü için onun yerine tahta geçtiğini belirtir. II. Şuppiluliuma döneminde Hiti ülkesinde büyük bir kıtlık çekilidiği de anlaşılmaktadır. Çağdaşı olan Mısır kralı Merenptah’ın [Merneptah (ya da Merenptah), II. Ramses'ten sonra tahta çıkan, 19. hanedana mensup dördüncü firavundur. Babası II. Ramses, annesi İsetnofret'dir. II. Ramses'in 13.oğludur. Savaşçı bir kişiliğe sahiptir. Büyük kardeşi Khan'ın erken yaşta ölmesi üzerine tahta çıkmıştır. Hükümdarlık yılları MÖ 1213- 1203 yıllarını kapsar.] Karnak tapınağındaki (Dünyadaki en büyük antik dini mekân olan Karnak tapınak kompleksi büyük bir açık hava müzesidir ve büyük ihtimalle, Gize Pramitleri'nin ardından Mısır'daki en çok ziyaret edilen antik mekândır.) yazıtlarında “Hatti ülkesini canlı tutabilmek için tahıl gönderildiği…” belirtilmektedir. Ras Şamra (Ugarit ya da Ras Şamra Suriye'de Lazkiye yakınlarında Akdeniz'e kıyısı bulunan antik bir liman şehridir.) kazılarında bulunan bir mektupta II. Şuppiluliuma, vassalı olan Urgarit kralından Suriye’den gelecek olan tahıl yardımlarının acilen transfer edilebilmesi için hiç geciktirilmeden gemi ve mürettebat temin edilmesini ister. Hatti ülkesindeki kuraklık Hitit devletinde zafiyete yol açmış olmalıdır. II. Şuppiluliuma’nın Akdeniz Bölgesi ve Kıbrıs seferlerinin bu dönemde Doğu Akdeniz sahillerinde büyük bir yıkımı sebep verecek olan Deniz Kavimlerinin yarattığı tehlikelere karşı ve Hitit limanlarını tahıl aktarımı için güvene almak amacıyla yapıldığı şekilde değerlendirilir. Gene Ras Şamra kazılarında bulunan kayıtlar temel alınarak batıda oluşan tehdit sonucunda Hitit Kralı’nın Urgarit’den destek talebinde bulunduğu bilinmektedir. II. Şuppiluliuma Alaşiya’da çıkan ayaklanmayı bastırdıysa da devlet çok daha büyük tehlikelerle karşılaştı. İmparatorluk bir yandan Asur saldırıları öte yandan büyük olasılıkla Batı Anadolu halklarının başkaldırısı ve Mısırlılarca “Deniz Halkları” diye adlandırılan ve Anadolu’yu baştanbaşa geçerek Suriye üzerinden Mısır kapılarına dayanan toplulukların göçleri ve Kaşga’ların saldırıları sonucunda yıkılmıştır. “… birdenbire devletler yıkılıp dağıldılar. Hiçbir ülke onların silahları karşısında dayanamadı: Hatti, Kizzuwatna, Karkamış, Arzawa, Alaşiya...” (III.Ramses) Yaklaşık olarak M.Ö. 1200 yıllarında, Ön Asya’yı bir göç dalgası kaplar. Anadolu, Suriye ve Mısır, III.Ramses’in deyimiyle “ denizden ve öküz arabalarıyla karadan gelen bu sürüler” in istilasına uğrar. Bir tek Mısır direnebilir. Assur ve Babil daha uzakta olmaları nedeniyle bir yıkıma uğramaz. En büyük zararı Hitit devleti görür ve tam da bu dönemde pek beklenmedik bir şekilde tarih sahnesinden çekilir. Deniz Kavimleri olarak adlandırılan bu grupların Hatti ülkesini istilası ile Hitit devletinin yıkılması arasında bir paralellik vardır. Ancak o devrin hatırı sayılır askeri güçlerinden birine sahip politik bir yapının birdenbire yıkılması pek olanaklı değildir. Elbette ki bu çöküşün bir başlangıç evresi vardır. Belki de Deniz Kavimleri bu süreci hızlandıran faktörlerden sadece bir tanesiydi. Hititlerin son yılları kuraklık-kıtlık ve açlıkla mücadele ederek geçmişti. Bu halkın mutsuzluğu anlamına geliyordu. Birçok tabletten bu dönemde içerde ayaklanmaların çıktığını, ülkeye bir kargaşa ortamının hâkim olduğunu öğreniyoruz. Ele geçen bir tablette şu sözler yazılıdır: “Ona, efendime temiz kalple… hizmet ettim… Sonradan Hatti halkı (başka) zorluklar çıkardıklarında, seni hiç ortada bırakmadım… Hatti halkı ona (krala) karşı günah işlediklerinde, ben (yine) sadık kaldım.” Bu sözlerde bir halk isyanının belirtileri açıkça görülmektedir. Ayrıca saray içinde de birtakım hareketler olmuş ve taht kavgaları baş göstermiştir. Dışarıda ise, Asur yeniden bir güçlenme ivmesi kazanmış, Suriye üzerindeki kontrolünü arttırmıştı. Bu arada denizden gelen uluslar Hatti ülkesinde savaşarak ilerlemekteydi. Hitit müttefikleri olan Karkamış kralı Talmi-Teşup (Talmi-Teşub, I. Şuppiluliuma'nın büyük-büyük-büyük-büyük torunu olduğu sanılan Karkamış kralı. II. Şuppiluliuma tarafından kral olarak görevlendirilmiştir. Fırat'ın doğu kıyısındaki Lidar Höyük'te 1985 yılında bulunan kraliyet mühür baskılarına göre tahtından vazgeçerek tahtı oğlu Kuzi-Teşub'a bırakmıştır.) ile Ugarit kralı Ammurapi (Ammurapi , antik Suriye kenti Ugarit'in son Tunç Çağı hükümdarı ve kralıdır.) arasındaki bir mektuplaşmadan Ugarit donanmasının Lukka (güney-batı Anadolu) kıyılarına gönderildiğini öğreniyoruz. Ne var ki Alaşiya (Kıbrıs) istilacılarca ele geçirilir. Kısa bir süre sonra da Hitit devleti yıkılır. Ammurapi gerçekten gemilerini ve askerlerini II. Suppiluliuma'nın yardımına göndermiş olabilir. Ancak bu sefer tehlike Ugarit'i vurur. Ammurapi, Alasiya’nın (Kıbrıs) hükümdarı Eşuvara’ya gemilerle yaklaşan Deniz Kavimlerinin tehdidi karşısında şöyle demektedir: “Baba, dikkatle dinle, düşmanın gemileri (buraya) geldiler; şehirlerim(?) yakıldılar ve ülkemde şeytanca şeyler yaptılar. Babam bilmiyor mu ki tüm birliklerim ve savaş arabalarım(?) Hitit ülkesinde ve tüm gemilerim Lukka topraklarında? … Bu yüzden ülke kendi haline terk edilmiş durumda. Babam bilmelidir ki düşmanın buraya gelen yedi gemisi bize çok zarar verdi.” Anadolu’nun birçok yerindeki arkeolojik kazılarda, bu döneme ait tabakalarda yıkıntı ve yangın izleri açıkça görülmektedir. İlginçtir ki Troya Savaşı da bu döneme tarihlenir. Bazı kaynaklarda Hattuşa’yı yakıp yıkanların Frigler olduğu bilgisi verilmektedir. Belki de Gaşka kabileleri de bu fırsatı kaçırmamış ve yağma hareketine katılmışlardı. Hitit İmparatorluğu’nun devlet yapısı yıkılmıştır ama yarattığı uygarlık bir anda son bulmaz. Kuzey Suriye’ye ve Anadolu’nun güney-doğusuna çekilen Hititler, burada Geç Hititler olarak adlandırılan kent devletleri halinde örgütlenirler. Bunların başlıcaları: Karkamış, Tarhuntaşşa, Melid (Malatya), Kummuhu (Adıyaman), Patin (Antakya), Gurgum (Maraş), Sam’al krallıklarıdır. Bu devletler, Hitit kültürünü, M.Ö. 7. Yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir. Tevrat’ın Hetoğulları diye söz ettiği ulus, işte bu Geç Hititlerdir. Anadolu’da ya da bilinen en eski adı ile Hatti Ülkesi’nde kadim dünyanın en büyük devletlerinden birini kuran Hititler, bizlere büyük bir başkentten kaya anıtlarına, binlerce kil tabletten heykellere çok büyük bir miras bırakmıştır. Sadece bu topraklara özgü olan bir kültürün zengin bir hatırasıdır, Hititler. Ama biraz da Mısır’ın gölgesinde kalmış bir ulustur onlar. Aslında öyleymiş gibi bir imaj yaratılmıştır daima. Uygar Mısır’ın karşısında, barbar Hitit. Kadeş Savaşı’nın anlatıldığı Mısır tapınaklarından günümüzde yazılan modern romanlara kadar Hititler hep kötü olan “öteki”dir. II. Şuppiluliuma dönemine ait onlarca çivi yazılı belge ve Luvi Hiyeroglifi ile yazılmış iki anıtsal kitabe Boğazköy’de (Hattuşaş) bulunmuştur. Bu iki kitabe eski vassalı Tarhuntassa’ya ve Alasiya’ya (Kıbrıs) karşı yapılmış savaşları kaydetmiştir. Kitabelerden biri, Nişantepe olarak bilinen mevkide bir kaya yüzeyinde, diğeri ise sarayın hemen güneyindeki reservuar setinin doğu köşesinde inşa edilmiş, kutsal bir mekân olduğu düşünülen ve 2 numaralı oda olarak bilinen yapının iç duvarlarındadır. Ele geçen dokümanlarda her ne kadar başarılı seferlerden bahsedilmişse de MÖ 1170'lerin sonunda, Hitit Krallığı Deniz Kavimlerinin ve Kaşkaların işgaliyle sona ermiştir. II. Şuppiluliuma'dan sonra başka bir merkezi Hitit devleti kralı yoktur, ancak "Büyük Kral" unvanı bazı Geç Hitit krallıklarında bir süre daha kullanılmıştır. II. Şuppiluliuma Heykeli Şu anda Hatay Arkeoloji Müzesinde sergilenmekte olan II. Şuppiluliuma’nın 3 bin yıllık heykeli Reyhanlı ilçesi Demirköprü Köyü yakınlarında, Toronto Üniversitesi’nden Prof. Dr. Timothy Harrison başkanlığındaki 8 ülkeden 47 kişilik bir ekiple beraber bulunmuştur. Sakallı, bukleli saçlı, kollarında özel bileklikler olan heykelin üst kısmı sağlam bir şekilde bulunurken, heykelin alt kısmınaysa henüz ulaşılamamıştır. Arka kısmında “Şuppiluliuma” ifadesi bulunan ve bazalt taşından yapılan heykel, 1,5 metre yüksekliğinde ve yaklaşık 1.5 ton ağırlığındadır. Heykelin en büyük özelliğiyse gözlerinin özel taştan siyah beyaz olarak yapılıp sonradan takılmış olması. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ise böyle görkemli bir heykel görmediğini belirterek, “Bir elinde mızrak, bir elinde başak tutarak hem savaşmayı hem üretmeyi, kendi halkı için şiar edindiği simgeleniyor. Anadolulu önemli bir heykel. Kralın gözleri özel olarak vurgulanmaya çalışılmış’’ demiştir. II. Şuppiluliuma Hatay Arkeoloji Müzesi
- Persler
PERS İMPARATORLUĞU, diğer adıyla Ahameniş imparatorluğu bugünkü İran halkının çoğunluğunu kapsayan, Hint-Avrupa soyunun Arya kolundan gelme eski bir millettir. M.Ö. 2000 yıllarına doğru dalgalar halinde bugün bulundukları yerlere göç etmişlerdir. Eski İran’da, neredeyse hepsi Aryan soyundan olmak üzere birçok boylar yaşardı: Bunlardan Partlar, Horasan'in batısında, Medler, Batı İran'da, Persler Güney İran'da, Hikaryalılar da Hazar kıyılarında yerleşmişlerdi. Büyük Kros önderliğinde Persler bir araya gelip Medleri kendi içlerine alarak bir devlet haline gelmişlerdir. Bir devlet olduktan sonra Kyros fetih hareketlerine girip Babil ve Fenike’yi fethedip zengin bir krallık omuşlardır Persler M.Ö. VII. yüzyılda Medler'den Ahmen'i kendilerine baş tanıdılar. Onun oğlu Teispes de Persler'in ilk kıralı oldu. Medler'e bağlı olan bu Pers hükümdarları, önce Elamlar'ın ülkelerini ele geçirdiler, daha çok onların ülkesi Sus'ta oturdular. 1. Keyhusrev ile 1. Keykavus ülkelerini iyi yönetip toprak kazanmakla beraber, Med krallarına bağlıydılar. I. Keykâvus'un oğlu II. Büyük Keyhusrev bu olguyu kırıp büyük bir imparatorluk kurdu. Büyük Keyhusrev'in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Keykavus Mısır'I İran topraklarına kattı. Onun ölümü üzerine, Ahmen soyundan Dâra, İran tahtını kendine hak iddia eden, kendisini Ahmenler'den sayan büyücü Gaumata'yı ortadan kaldırarak tahta oturdu. Persler Dara zamanında en parlak zamanlarını yaşadı. İmparatorlukları Kuzey Hindistan’dan Kuzey Yunanistan’a kadar uzanıyordu. Dara’nın ölümünden hemen önce Persler Marathon’da Yunanlılara yenik düştüler. Bu yenilgiden sonra toparlanamadılar. Dâra'dan sonra İran tahtına Serhas geçti. 1. Ardaşir, II. Serhas, II. ve III. Ardaşir çağında Iran bazı toprakları kaybetti. III. Dara zamanında, İran toprakları, Büyük İskender'in eline geçti, Dara İskender'le yaptığı savaşta hem tacını hem de canını kaybetti. Helenistik Dönem İskender'in Pers İmparatorluğunu zapt etmesi Gaugamela zaferiyle, daha önemlisi Dara'nın öldürülmesiyle tamamlanmıştı. Dara'nın intikamı da Pers kanunlarına uygun olarak faillerden alınmıştı. İskender bundan sonra kendini Pers İmparatorluğu’nun meşru yöneticisi saydı ve bu sebeple Pers kralların kıyafet ve törenlerini benimsedi. Başkentlerin ele geçirilmesiyle Pers Savaşları bitti ve bu bitiş Persepolis'teki sarayın yakılmasıyla sembolize edildi. Daha sonra dünyanın fethi başladı. Bu fetih İskender'den önce düşünülen Cebelitarık boğazına kadar Akdeniz kıyılarına sahip olarak bir dünya krallığı kurmak kavramıyla pek bağdaşmıyordu ve daha çok geniş Pers İmparatorluğunu ele geçirmek anlamındaydı. Çünkü Pers yöneticileri Yakın doğudaki eski evrensel hükümdar anlayışına oldukça yaklaşmışlardı. İskender'in amacı da işte bu yöneticilerin topraklarını ele geçirerek genişletmekti. Bu yeni dünya düzeninin temeli Makedonya ile Persia'yı birleştirmek olacaktı, İskender bu amacını gerçekleştirmek için daha Doğu seferini bitirmeden çalışmaya başlamıştı; Hindistan'dan döndükten sonra da bu yönde çalıştı. Pers sarayındaki törenlerin, proskynesis (yere kapanma) dahil olmak üzere İskender tarafından benimsenmesi bu programı desteklemek amacını güdüyordu. Bu gelişme Persler tarafından hemen kabul edildiyse de bazı istisnaların dışında Makedonyalılar tarafından büyük isteksizlikle kabul edildiler. İki milletin kaynaşması için Susa'da büyük törenler düzenlendi. 10.000 Makedonyalının meydana getirdiği İskender Ordusu’nun bütün subayları Persli kızlarla evlendi. Makedonyalı kıdemli askerler görevlerini bıraktılar ve ordu Perslere eşit haklar tanınarak yeni baştan teşkilatlandı. Bu nazik dönemde İskender Babil'de öldü. Persler'in Yaşayışı Persler de öteki İran boyları gibi eski soyları Aryalar'ın dini inanışlarına bağlıydılar. İnanışlarına göre, bu dinin kurucusu Zerdüşt (Zaroastra) adında bir prensti. Yazdığı kitaba “Zend-Avesta” denir. Başlıca tanrı gökyüzüdür; buna “bilge” anlamına “Ahura”, “akıllı” anlamına da “Mazda” adı verilirdi. Bu Ahura-Mazda adından dolayı Zerdüşt dinine Mazdaizm de denilir. Bu dinde iki kuvvet vardır: Işık ile Karanlık. İyi, kötü ruhlar bu iki kuvveti temsil ederler, hepsi de Ahura-Mazda'ya bağlı bulunurlardı. Ateş, kutsal sayılır, her evde ocak mutlaka yanardı. Persler önceleri basit bir hayat sürerlerdi. Medler'i, daha başka Arya soyundan ulusları bir bayrak altında toplayıp İran İmparatorluğu'nu kurunca gösterişli, parlak bir hayat yaşamaya başladılar. Süslü elbiseler giyerler, güzel evlerde otururlardı. Bu üstün, parlak yaşayışı Yunanlılar'a, onların aracılığı ile de Batı ülkelerine sokan Persler olmuştur. Persler'de kadınlar hür değildi. Bununla beraber, erkekler üzerinde büyük etkileri vardı. Çocuklar 7 yaşına kadar annelerine bağlı olurlar, sonra serbest bırakılırlardı. Eski Mısırlılar gibi Persler de en yakınlarıyla evlenirlerdi. Pers hükümdarları başlarına elmaslı taç giyer, altınla, fildişiyle süslenmiş bir sarayda oturur, kimseye görünmezlerdi. Pers İmparatorluğu'nun geniş toprakları “Satrap” denilen valilerle yönetilirdi. Satrap, hükümdarın vekiliydi. Bulunduğu ilin merkezinde bir sarayda oturur, kendi adına gümüş para bile bastırırdı. Ordu, İran'daki uluslardan, ayrıca yardımcı kuvvetlerden kurulurdu. Çok kalabalık olan bu orduda en gözde olanlar İranlılardı. Persler Avesta dili konuşurlardı. Bu dil, bütün Arya boylarının dillerini birleştirmişti. Bu dilden Pehlevi dili, ondan da IX. yüzyılda Farsça çıkmıştır. En eski İran yazısı, Babil çivi yazısıdır. Persler’in mimarisinin en güzel örneklerinden biri ise kalıntıları günümüze kadar ulaşan Susa’da bulunan 100 sütunlu krailyet sarayıdır. Bu saray, Mısırlı, İyonyalı, Babilli vb. Tutsaklar tarafından yapılmıştır.Persler hâkimiyeti altındaki halklardan ilham alsalar da, mimari ve sanatları kendilerine özgüdür. Darekios isimli bir para birimini darp etmişlerdir. Herodot’un anlattığına göre, Persler vergi geliri olarak diğer halklardan aldıkları paraları eritip tekrar para olarak basıyorlardı.
- Dünyanın en zeki insanı
Dünyanın en zeki insanı kim diye sorsam bana ne cevap verisiniz? -Albert Eınsteın,Stephen Hawkıng,İsaac Newton- mu... Yoksa hiçbiri değil mi?( dünyanın en zeki adamlarından olabilirler ama hiçbiri en zekisi değil) Dünyanın, (yapılan IQ testlerine göre) 290-300 IQ ortalamayla en zeki insanı WILLIAM JAMES SİDİS kabul edilir.İnsanların genel ortalamasının 85,115 puan olduğunu ve dahilik sınırının da 140 olduğunu düşünürsek;Eınsteın ve Hawkıng (160 puan almıştı.) Bu rakamın ölçeğinide daha iyi anlarsınız bence... Newton(190) Neyse bu yazıyı yazma amacımdan sonra çok uzatmadan biyografiye geçeceğim Aslında bu yazıyı yazma amacım; genelde toplum tarafından zekanın çok farklı bir biçimde ele alınması (düşünülmesiydi). İnsanlar sanki zeki insanların hiçbir sorunu olmadığını hayatlarının güllük gülistanlık olduğunu(he tabi öyle olanlarda var ama biraz sonra biyografide de göreceğimiz gibi Sidis'e pek de öyle diyemeyiz) düşünüyorlardı herhalde... Ya da zeka, çalışma, emek kavramları çok büyük bir kavram yanılgısına sebep oluyordu Ben de böyle bir adamın hikayesini anlatarak Bazı noktalara dikkat çekmek istedim ve bu yazıyı hazırladım William James Sidis, 1 Nisan 1898'de New York'ta, Rus İmparatorluğu'ndan göçen Yahudi bir çiftin tek oğlu olarak dünyaya geldi.Babası Boris Sidis (Harvard üni.), anormal psikolojide öncü çalışmalar yapan bir psikiyatrdı.Annesi Sarah ise Boston Üniversitesi Tıp fakültesinden mezun olmuş bir doktordu.öğrenim hayatına gelirsek James: 1.sınıfı 1 günde 2. Sınıfı birkaç günde 3. Sınıfı 3 ayda 4. Sınıfı 1 haftada 5. Sınıfı 15 haftada 6 ve 7.sınıfları ise yaklaşık 6 haftada geçti. İnanılmaz ama değil mi, durun daha bitmedi. henüz sekiz yaşında iken The New York Tımes okuyabiliyordu 8 aylık bir bebeği gazete okurken bir hayal etsenize...İlginç; anadili İngilizce haricinde İbranice, Latince, Yunanca,Fransızca, Almanca, Osmanlı Türkçesi, ve Rusça'yı ileri düzeyde konuşabiliyordu. Hayatı boyunca toplamda 25 dil öğrenip (ki hayatının son demlerinde bu sayının 40 olduğu söylenir) bir de Windergood isminde bir dil yarattığı bilinmektedir.11*asıl başvurusu '9'yaşındayken,ama yaşı çok küçük diye kabul edilmiyor* yaşında Harvard'a girdi ve birçok profesöre ders verdi .Lisans eğitimini 16 yaşında tamamladı. William genç yaşta üstün zekası ile basının yoğun şekilde ilgi odağı olmuştur.(New York Tımes) Ancak bu yaşlarında gelen büyük şöhret onu gençliğine doğru daha çok yordu. Mezuniyetinden kısa bir süre sonra William gazetecilere, kendisine göre bir inzivaya çekilme olan “mükemmel” hayatı yaşamak istediğini söyledi. William’ın bir psikolog olan babası, oğlunun şöhrete kavuşmasını istiyordu. Bunu başarmak içinse oğlunun öğreniminde kendi yaklaşımlarını uyguladı (zaten buradaki bir diğer ilginç detay da William ilerki yıllarda belki de üzerindeki yoğun baskı sebebiyle küçükken olan o öğrenme arzusunu yavaş yavaş kaybetmeye başlamasıdır ona göre kazandığı bu şöhretin sorumlusu babasıydı,babası 1923 yılında öldüğü zaman William 'ın cenazeye katılmayı reddetmesi de bundan kaynaklanıyor).William o sıradan hayata geçiş için bir süre büro işleriyle ilgilendi.Ancak bu süreçte de basın çevresi onun peşini bırakmadı o da tekrar tekrar iş değiştirdi,Gazeteciler 1924’te onun haftada 23 dolarlık bir işte çalıştığını keşfettiler. Bu da yine manşetlere taşındı ancak bu kez ondan övgüyle değil yergiyle bahsettiler. Artık çocukken yaptıklarını yapamayacağını söylediler. Tabii ki bu doğru değildi, William farklı takma adlar kullanarak çok değerli kitaplar yazdı. Hayatının belki de dönüm noktası ise hapis cezasına çarptırılmasıyla oldu,koyu bir sosyalist olan William 1919'da bir gösteride hükümet tarafından tutuklanıp 18 ay hapse mahkum edildi.Ancak ailesi onun hapiste yatmasını istemedi ve onun yerine 2 yıl boyunca senatoryuma kapatıldı. Sidis gerek katıldığı eylemlerden gerekse "ateist" olmasından ötürü halkın gözünden düştü. Yükselişiyle medyanın ilgi odağı olan Sidis, düşüşüyle de medyanın ilgi odağı oldu. Sidis, hayatının son yıllarını bilimden uzak geçirdi,ufak çaplı işlerde çalıştı (geçimini sağlamak için) ve beyin kanaması nedeniyle henüz 46 yaşındayken*1944*'te öldü. Artık bu biyografiden çıkarımınızı da siz yapın. Kaynak:
- TARİHTEKİ EN DAHİCE SAVAŞLARDAN BİRİ: ALESİA SAVAŞI
Alesia Muharebesi veya Alesia Kuşatması, MÖ 52 yılının Eylül ayında Mandubi kabilesinin en önemli kenti ve kalesi çevresinde yapılan savaştır. Savaşta Roma Cumhuriyeti'nin parlayan yıldızı Jul Caesarla Galyanın kahramanı Vercingetorix karşı karşıya gelmiştir. 3 farklı kıtada toprakları olan Roma Cumhuriyeti'nin sıradaki hedefi Fransa ve İspanya taraflarında bulunan Galya ydı. Roma askerleri; bir diğer adıyla Lejyonlar, geniş kalkanlara, kafayı ve yüzün yan tarflarını koruyan migferlere, gövdede ve omuzlarda parça plakalı zırhlara,zincir zırhlara,uzun mızraklara ve kılıçlar sahipti Öte yandan Galya askerleri küçük yuvarlak kalkanlara,uzun geniş kılıçlara,fırlatma baltalarına, ve Romalı askerlerinki kadar güçlü olmasa da deriden zırhlara sahipti. Galyalılar güclü bir inanışa sahiplerdi.Her savaş öncesi kan ritüelleri yaparlardı ve bu onlara motivasyon sağlardı. Galyalıların teçhizatı Romalılardan kötü olsa da Galyalılar uzun boylu,yapılı,ölümden korkmayan cesur insanlardı. Bu özellikleri onları hafife alınmayacak bir rakip yapıyordu. Bu savaş sonucunda ya Jül Caesar ın büyük Roma hayali suya düşecek ya da Galyalılar tarih sahnesinden çekileceklerdi. Caesar büyük bir zafer istiyordu ve bu nedenle daha önce denenmemiş bir taktiği yani "Circumvallation" taktığını uygulayacaktı. Bu taktik bir şehrin çevresini duvarlarla bir çember içine hapsetmekten geçiyordu. Romalı askerler 19 km lik devasa duvarı kısa sürede örmeleri gerekiyordu. Bu nedenle kendi aralarında iş bolumu yaptılar.Bir bölüm yemek hazırlayacak,diger bölüm gözcülük yapacak,bir diğeri ise duvarı örecekti. Romalılar sadece duvar örmediler, duvarın önünde 2 sıra hendek kazdılar.Birinci hendeğe kazıklar yerleştirirken 2. hendeğe su doldurdular. 1.hendekten kurtulan askerler ikincideki su dolu hendeğe düşüp balçıga saplanacaktı. O sırada Vercingetorix in Gerilla savaşçıları vur kaç taktiği yaparak hem duvarın tamamlanmasını yavaşlatmayı hem de Romalıların yiyecek ikmalini engellemeye çalıştılar. Bu çatışmalar sonucunda Romalılar Galyalıları, Galya kalesine kadar püskürttü. Kaleye kapanan Vercingetorix, çözüm için bir taktik belirleyecekti. 15.000 kişilik devasa suvari birliğiyle Romalılar a saldırdı. Ama amacı onları zayıflatmaktan ziyade ormanın ilerisinde yaşayan Galyalıları savaşa çağırmaktı. Sonunda 19 km lik duvarın tamamı bitmişti. Ama Caesar ın hesaba katmadıgi bir şey vardı. dışarıdan gelebilecek Galya kabilelerinin gönderecekleri destek birlikler onları kaleyle uğraşırken arkalayabilierdi. Bu sebeple Caesar duvarın 300 m ilerisinde başka bir duvar örecekti. Bu duvar dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı onları koruyacaktı. Galyalılar 1 ay süren kuşatma sırasında erzak yetersizliği sebebiyle açlıkla mücadele ediyordu.Bu sebeple Vercingetorix in yardım beklemekten başka çaresi kalmamıştı. En sonunda 21 km lik 2. duvar da tamamlanmıştı. Caesar her 7 km ye 1 gözetleme kulesi koymuştu. Bu sırada destek birlikleri de yetişmişti. Artık Cesar hem kaleyle hem de dışardaki birliklerle ugrasacaktı. Yani tam anlamıyla kuşatma içinde kuşatma yaşanıyordu. Destek birlikler saldırdıkları yer dışında küçük bir birliği duvarın başka tarafına göndererek oradan duvarı yanlarında taşıdıkları merdivenlerle aşmayı planlıyordu. En sonunda duvarı aşan destek birlikler ile Romalılar arasında çatışma başlamıştı. 300.000 kişiyle savaşan Roma ordusunun artık fazla gücü kalmamıştı. Ama Caesar kararlıydı. Tüm birlikleri tek tek gezerek duvarın tutulması emrini verdi. Romalılar savaşın sonuna yaklaştıklarını anlayınca gayretlerini ikiye katladılar ve bazı birlikleri Galyalıların arkalarından vurmaları için yolladılar. Ancak galyalıların da bir kozu vardı. Roma kuvvetleri duvarı örerken nehrin bulunduğu bölümü atlamak zorunda kalmislardı. Bunu öğrenen galyalılar duvardaki gediğe yüklendi. Bu sebeple Romalılar gediğe 3.600 asker göndererek orayı tutmaya başladılar. Ancak dar gedikten geçen Galyalı askerler Roma ordusuna yem oluyordu. Bunun dışında hendeklere düşüp on binlerce kayıp veren Galya askerleri kamplarına geri dönüyorlardı. Galyalılar artık savaşın sonunun geldiğini anlamışlardı ve yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı. En sonunda açlığa ve büyük kayıplara dayanamayan Vercingetorix beyaz bayrağı çekmişti. Vercingetorix idam edilmek üzere Romaya götürüldü ve savaş burada son buldu. Caesar bu savaş sonrasında Galya fatihi alanına gelen "Gaius" unvanını aldı ve adı "Gaius Julius Caesar" oldu